Askerlik Anıları

Erkeklerin kafa şişirmek için anlattıkları anılardır.
Sıkıcı askerlik anıları ile sürekli ama sürekli serbest çağrışımlarla olayları hatırlayan insan, sanki hayatındaki en önemli şey askerlikmiş gibi başlar anlatmaya, ardı arkası gelmez hikayelerin.
Örnek verecek olursak.

- Ya Seyfettin abi Erzurum'un plakası kaç?
- Yirmibeş. Lan olm biz askerde tüm plakaları ezbere bilirdik.
- Aman abi başlama gene ya.
- Bak bak dinle. Şimdi yat içtiması alınırken nöbetçi beklerdik. O sırada mesela askerliğinin bitmesine 25 gün kalmış bir asker, bir alt devresinin sırtına atlardı. Alttaki de bağırmaya başlardı. Isparta'dan kalktı tren (bu askerlik yapılan şehir) Erzurum'da yaptı fren (bu da kaç gün kaldı ise o sayı plakası olan il) dedemin şafağı 25, alkışlamayan dötveren. Sonra herkes alkışlardı o askeri.
- Hıı ne güzel.
- Alkış dedim de aklıma geldi. Biz acemiyken bi Ahmet çavuş vardı. "Yürüyüş Kararı" saydırırken sürekli öndeki takımın çavuşuna laf atardı. Bak şöyle. "Vur vur inlesin, Süleyman çavuş dinlesin, saymasını öğrensin" diye. Ne günlerdi be. O öyle diyince gaza gelir daha çok bağırırdık.
- Ee adam işi biliyormuş.
- Ama komik adamdı vesselam. Bize hep kızlarla ilgili yürüyüş kararı saydırırdı. Bak mesela şeyi söylettirirdi.
- Abi başka konudan konuşsak?"
- Lan dur ayda yılda bir anlatasım gelmiş dinle. Ahmet çavuş söyletirdi: "Buuuu asker dışarı, çıııııkamaz çıkamaz. Yâri şöyle bir tutup, öpemez!" diye saydırırdı. O her "öpemez!" dediğinde biz de "öperiz!" derdik. 3-4 kere söylettikten sonra "öp!" derdi biz de "mmmmuuuah, oh beee!" derdik. Ne gülerdik ya.
- Abi erotik yayına geçtin sen.
- Ha bak onu unutmuştum. "Aç Aç" geldi bizim oraya. Çocuklarla gittik ama travesti kılıklı iki kadın vardı hiç unutmam.
- Abi nolcak bu x takımının hali (konuyu değiştirme çabası)
- Lan bizim üsteğmen vardı. Neydi adı unuttum. Bu çok kısa boyluydu. Hatta benim çavuş rütbesi bunun üsteğmen rütbesinden yukardaydı. Arkadaşlara söylerdim gülerlerdi. Adam kısaydı ama ne yapayım. Gerçi o öttürürdü bizi ama işte dedin ya x takımı diye, bu acayip top oynardı. Kısaydı ama çok çevikti. Bir gün ben bunun beşliğinden geçirip sonra dönüp gülmüştüm. Yazıcıya söylemiş bana 3-5 gece nöbeti kitliyordu sürekli, ama iyi adamdı.
- ...
- Erol olm, alo, amanın ne oldu lan, bayıldın mı lan, kendine gel, bak bizim astsubayın tokatlaması gibi tokatlarım lan seni, ayıl lan, lan ayıl!

Borazan

Büyükanneye Bırakılan Çocuk

Bazen iş sebebiyle bazen de tatil sebebiyle, anne babasından gözü yaşlı ayrılarak büyükanneye bırakılan çocuktur. İlk bırakıldığı gün (ve devamındaki günlerde) o kadar çok duygusal ve acıklı olayların yaşanmasına sebep olur ki?
Hele ki "annem nerede?" diye sorduğunda yüreğiniz parçalanır.
Bir hafta önce arkadaşımın yazlığına tatile gittim. Evde annesi, babası ve ailesi tatile giden 2 yaşında konuşmayı bilen yeğeni vardı. Maşallah kız da çok tatlı. daha ilk gün:
- Ay ne tatlısın sen, adın ne senin?
- Baba?
- ...
ve beni babası sanan yavrucak bir hafta boyunca bana "baba" dedi.
(Resim: Bu da daha ilk gun naylon babası ile uyurken resmi)

Bisiklet

Bisiklet, maddi yetersizlikler dolayısıyla hayatında hiç sahip olamayanlar için, maddi yeterlilik durumuna geçildiğinde, eşek kadar olunduğu için alınamayan, insanın içinde uhde olarak kalan, tek beygir gücündeki araçtır.

Hani arada arkadaşlardan bi tur alırdık. Kaçırır akşam geri verirdik. Akşam da oturamazdık. Ah o zalim sele! Alışmamış kıçı nasıl da acıtırdı. Selenin sivri yeri bazı yerleri öyle bir ezerdi ki, bir ara çocuğum bile olmayacak diye kortuğumu hatırlarım.
Şimdi otuz yaşa iki kala düşünüyorum. Sabah kalkıp, traş olup, takım elbisemi giyip, bisikletime atlayıp işe gitsem acaba ne kadar komik olabilirim diye?
Ya da haftasonu kullanayım desem hadi.
Binsem nereye gideceğim ki?
Piknik yapılan yerlere gitmek gerek.
Ee piknik yapılan yerlere tek başıma gidip ne yapacağım.
Hadi arkadaş bulayım desem sübyancı demezler mi adama?
Linç ederler şerefsizim.
- Oğlum bu kim?
- Bu amcanın bisiklet arzusu içinde kalmış, bizimle takılıyor.
- Sapıııık, Allah'ını seven vursun!

Eşek kadar olunca zor be, bırak gidonuyla içimde kalsın.

Dilenci

Dini ve insani duyguları sömürerek dilenildiği için konuya önce dini sonra insani açıdan bakalım.

İslam dininde dilenmek yasak değildir. Fakat din kuralları şöyle tanımlamaktadır: Kişi eğer yapacak işi yoksa ve iş yapamaz halde ise, sadece o günlük yiyeceğini çıkartacak kadar dilenebilir. Ayrıca sesli bir şekilde dilenmesi de yasaktır.

İnsani açıdan değerlendirildiğinde, öncelikle devletin düşkün, zor durumda olan bireylere yardım etmesi, devletin yetersiz kaldığı durumlarda sosyal yardım organizasyonlarının bu kişilere sahip çıkması gerekmektedir. Bu organize yardımların kolay ve onur kırıcı olmaması, bu duruma düşen kişilerin sokakta dilenmek yerine ilk önce bu kurumlara başvurması gerekmektedir. Çünkü bu kurumların güvenilir, yaygın ve koruyucu olması, yardımda bulunan kişilerin sokaktaki insanlara değil de bu kurumlara yardım etmesine ve ortaya çıkan sahtekarlıkların önlenmesine sebep olacaktır.

Dilenciye para vermemek, İstanbul gibi bir metropolde yaşayan insanlar için yürek parçalayan zor durumlardan birisidir. Ben de dilencilere para vermiyorum. Çünkü dilencilere karşı özellikle İstanbul'da sürekli bir güvensizlik var.

Sokakta her yerde dilenciler ile karşılaşıyorsunuz. Son yıllardaki numaralardan bir tanesi, dağ gibi bir delikanlının yanınıza yanaşıp: "Abi biz burda inşaatta çalışmaya geldik, ama hiç paramız yok. Bir lira bana verebilir misiniz? Ekmek alacağım" demesidir. Böyle dilencilik olmaz. Bu dilenme değil üç kağıtçılıktır. Çalışabilme ehliyetine sahipsen özellikle İstanbul'da yaşıyorsan en azından karnını doyuracak kadar para kazanacak bir şeyler yapabilirsin. Karnını doyuramadığın zaman dilenmek dinen de serbest fakat sahtekarlar yüzünden insan gerçekten ihtiyacı olana da yardım edemez hale geliyor.

Örneğin sabah otobüse binmek için durağa gittiğimde durakta bekleyen yaşlı teyze:
- "Oğlum bana Allah rızası için 2 ytl ver. Açım. Ekmek alacağım" dedi.
- "Teyzeciğim, ben sana şurdan ekmek arası bir şey yaptırayım, ne istersin?" dedim.
- "Burda yemeyeceğim yavrum. Evde çocuklara götüreceğim" dedi.
- "Olmaz teyze. Burada sana bir şey alayım. Onu götürürsün" dedim.
Durak bayağı da bir kalabalıktı. Sanırım günün hasılatını kurtardığına inanan teyzecik ayağa kalktı. Yoldan geçen bir taksiyi çevirdi. Bindi ve gitti.
Biz de şaşkın şaşkın arkasından gelen Mecidiyeköy otobüsüne tıkış tıkış bindik.

İşte bu tarz kötü örnekler sebebiyle insanın güveni, inancı kayboluyor.
En güzeli, gerçekten ihtiyacı olanları, aile bireylerimiz ya da gerçekten ihtiyacı olanları bulma konusunda inandığımız kişi ya da kurumlar aracılığıyla bulmak ve yardım etmektir.

Mükemmel Sevgili

Mükemmel sevgili, insana mutluluk verebilen sevgilidir. Herkes için mükemmel olan değil, insanın kendisi için mükemmel olan kişi mükemmel sevgilidir. Mükemmel sevgilinin nitelikleri sayılamaz. boyu, eni, teni, elma yanakları, kiraz dudakları önemli değildir. Önemli olan mutluluk verebilmesidir.

Mükemmel sevgili, düşüncelerimizde oluşturduğumuz kriterlere sahip sevgilidir. Mükemmel sevgili dağın zirvesidir. Dağın zirvesindeki kriterler bütünüdür. Bazen (Avrupa Birliği Katılım Süreci gibi) Sevgili, dağa tırmandıkça -fizik kurallarına aykırı olarak- zirve sürekli yükselir. Bazen de zirve ulaşılamaz yüksekliktedir. Sevgili oraya kadar tırmanamaz.

Özellikle sinema başta olmak üzere, gazete, televizyon, roman v.s. gibi 'insanı etkileyebilen' araçların zirvenin yüksekliğinin belirlenmesinde payı çok büyüktür. Örnek olarak sinemayı seçersek. Sinema da 'genellikle' mükemmel sevgili diye tanımlanan kişi yakışıklıdır ya da güzeldir. Hiç bir zaman para sorunu yoktur. Her zaman sevgilisine vakit ayırabilir. Hayatta her şeye rest çekip sevgilisi ile olabilir v.s. Eğer senarist birlikte olmamalarını isterse çift için her şey ters gider ama ne zamanki senarist birbirleri için mükemmel olmalarını isterse sevgi akar gider. Biri daha düşünürken diğeri leblebi der. Biri giderken otobüsü durdurur geriye sevgilisine koşar v.s. mutlularken hiç bir sorun yoktur.
Bunu izleyen bünye de hep karşısında bir Julia Roberts, bir Richard Gere, Arzum Onan, bir Mehmet Aslantuğ bekliyor.

Bir de hayatın gerçekleri var.

- Normalde beklentilerini yükseltmemiş bir bayan kel, göbekli ama iyi yürekli bir muhasebeci ile mutlu olabilecekken, beklentilerini yüksek tutuğu için karşısına çıkanı beğenmiyor ve "neden yakışıklı erkekler hep çirkin kizlarla beraberdir?" diye düşünerek sürekli mutsuz oluyor.

ya da;

- Beklentilerini yükseltmemiş bir erkek, sarışın ama kahverengi gözlü olup "internet bilmemesine rağmen telefon bilen" bir ev kızı ile mutlu olabilecekken, beklentilerini yüksek tuttuğu için sevgilisi için evde hizmetci sokakta hanimefendi internet sözlüklerinde yazar olmak gibi kriterler koyabiliyor ve böyle bir insan yüzbinde bir olduğu için mutsuz oluyor.

Hani Nil Karaibrahimgil'in şarkısında geçtiği gibi:

O beni prenses peri sanıyor,
Ne hata yapsam geri sarıyor,
Mitolojiden biri sanıyor,
Bendeki de saç o taç görüyor...

Özetle, özellikle medya beklentileri körüklüyor. Beklentiler de mükemmellik kriterlerini belirliyor ve mükemmellik kriterlerinin seviyesinin yüksek olması da mutsuzluk yaratıyor.
Hepimiz insanız. Hiç birimiz aktör ya da aktris değiliz. Mutlu olmak istiyorsak karşımızdaki insan için kendimizi mükemmelleştirmeye çalışmalıyız. İlişkideki her iki taraf da kendisini mükemmelleştirmek için çaba harcar ve kendisinin mükemmel olmadığının farkına varırsa mükemmel sevgiliye sahip olur.

Öğrenci Evi - Açlık

Henüz doksanlı yıllarda Anadolu'nun güzide bir ilinde tüpü ve tüp alacak parası olmadığı için gece yatarken ıslatılmış makarna ve toz şeker yiyen iki ev arkadaşı pazar sabahı evden çıkarlar.
Gençlerimize ancak pazartesi öğleden sonra para gelecektir ve ceplerinde beş kuruş paraları olmadığı gibi evin üst ve alt caddelerinden geçen her iki bakkala da borçları vardır.
Bu sebeple gençler evin arka bahçesindeki duvardan atlayarak ara sokaktan aşağıdaki caddeye çıkmışlardır. Elleri ceplerinde o günü nasıl geçireceklerini düşünmektedirler.
Gene her zaman yaptıkları gibi fırına gidebilir ve bir adet daha yeni çıkmış ekmeği (pide gibi) yiyebilir, üzerine de her yerde bedava bulunan çeşmeden (ah canını sevdiğim Anadolum, suyu bedava idi) su içebilir ve o sıcak pidenin su ile karışıp, hamur kütlesi olup, mideye oturması ile tüm günü ve geceyi geçirebilirlerdi. Ama bunu bir önceki haftasonu yapmışlar ve midelerinde mayalanan hamur yüzünden karın ağrısı çekmişlerdi.
O şehrin yerlisi arkadaşlara gitmeyi düşündüler ama şimdi çarşıya inip onları bulmak vardı. Aslında bir öğün yeseler yeterdi. Çarşıya inmeye karar verdiler.
Derken yeni yapılmış binaların olduğu bir sitenin içinden geçerken, 34 plakalı araçların parkettiği bir binanın bodrum garajı önünde, yeni gıcır bisikletleri ile dolaşan çocuklar gördüler ve bir takım sesler işittiler. Meraktan bodrum garajına doğru yaklaştılar ve içeri baktıklarında içeride sofraların kurulmuş olduğunu ve bir kişinin döner keserken diğer bir kişinin de masalara pilav dağıttığını gördüler. Tam o sırada nur yüzlü yaşlı bir amca, "Çocuklar bakmayın ordan, girin içeri, millet namazdan gelmeden siz aradan çıkın" dedi. .Bu davet karşısında afallayan fakat midesinin gürültüsünden bıkan iç güdülerinin iteklemesiyle geçip masalara oturdular. Önlerine pilav, ayran ve döner koyuldu. Afiyetle yediler. Tam yemekleri bitmişti ki içeriye namazdan çıkan, İstanbul giyimli genç-yaşlı bir çok insan doluştu. Masalarda konuşulanları dinlediklerinde gerçeği öğrenmiş oldular.
Şehrin zenginlerinden bir tanesinin oğlu sünnet oluyordu ve İstanbul'dan akrabaları sünnete gelmişti. Gençlerimizi de gelenler ile karıştırmışlar ve yemeğe davet etmişlerdi.
İki genç teşekkür edip hayır duaları ile oradan ayrıldılar. Çarşıya inip bir kaç saat çimenlerde oturduktan sonra gene arka bahçeden evlerine karınları tok olarak döndüler.

O gençlerden bir tanesi bendim ve tam isyan noktasına gelmişken o kadar Allah'a şükrettiğim ve ömür boyu unutamayacağım bir anımdır.

Namaz Kılan Çocuklar

Namaz kılan çocuklar özellikle Teravih Namazı'nda en arka safta kikirdeşirler.
(Ek bilgi: Namaz esnasında gülünmesi halinde abdest bozulur.)

Neden çocuklar en arkada kıkırdarlar?
Efendim, fi tarihinde bir çocuk, babası ve mahalledeki zıpır arkadaşları ile teravih namazına gittiğinde, çok ses çıkardıkları için en arka safta namaz kılmalarına izin verilir. Derken hoca Allah-ü Ekber der ve eller bağlanır. Namaz başlar.
Çocuklardan biri, erkekler gibi baş parmaklarını kulak memesine değecek gibi Allah-ü Ekber demek yerine, bayanlar gibi ellerini göğsünün üstüne kaldırarak ince bir bayan sesi taklidiyle Allah-ü Ekber der ve ellerini gene bayanlar gibi göğüs hizasında bağlar.
Tabi bu sırada yanda namaza başlamış olan bakkalın ismi bile hatırlanmayan oğlu, kahvecinin oğlu ve diğer cismi bile hatırlanmayan çocuklar gülmeye başlarlar. İbadet esnasında güldükleri için abdestleri bozulur fakat işin ilginç yanı, Kahveci amca da, okey masasından son anda kalkıp, zar zor abdest alıp, namaza son anda yetiştiği için, çocuklarla aynı saftadır. O da güler fakat onun abdesti, gülmesinden bir kaç milisaniye önce, sesli kaçırdığı gazdan kaynaklanmaktadır. Tabi kahvecinin sesli osuruğunu duyan daha ön saflardaki bir çok kelli felli amca da güler ve hepsinin birden abdesti bozulur ve şadırvana doğru yol alırlar.
İlk başta kadın taklidi yapan çocuk kahveciden okkalı bir tokat yer ve bir daha aynı espriyi yapmamaya yemin eder. O günden sonra da internete sarar, blog yapar ve kimsenin namazına bulaşmaz.

Refah Partisi

Video hizmet birimine sahip olan ve zamanında etraftan topladığı porno kasetler üzerine Şevki Yılmaz'ın konuşmalarını kaydedip dağıtan partidir.

Fakir ama namuslu genç, Refah Partisi Video Hizmet Birimi'nde çalıştığı yıllarda, Milli Gençlik Vakfı üyesi gençlerin esnaftan, servis araçlarından, sağdan soldan toparladıkları porno kasetler ve ses kasetleri üzerine Şevki Yılmaz'ın konuşmalarını kaydetmektedir. Bir dönem görevini başarı ile sürdürmüştür fakat bir gün, elinde 60 lık porno kasetler üzerine çekilmiş 45 lik Şevki Yılmaz görüntüleri olan kasetle, kapıdan içeri giren ahalinin şikayeti üzerine işten atılmıştır.

Bank

Yıl 1998,

Anadolu'nun bağrındaki bir şehirde üniversite öğrencisiyim. Kadro, sömestr tatilinden yeni yeni dönüyor ve biz evlerde tam kadroyu sağlayamadığımız için bir arkadaşın evinde kalıyoruz. 5 kişiyiz. Bir akşam birden elektrikler gitti. Biz de odanın ortasındaki evdekiyarım mumu yaktık ve başında memleket haberleri ile laga luga yapıyoruz. Sonra yarım mumumuz da bitmeye başladı. Arkadaşlardan biri o sırada 'evde çıra var, çıra yakalım.' dedi. Eski bir tencerenin içinde çıra yakmaya başladık. Ordu'lu bir arkadaş çantasından fındık çıkarttı. Bir taraftan çıra ateşi etrafında oturduk diğer taraftan da fındık yiyip tencereye atıyoruz. Çıranın sonuna doğru fındık kabukları da yanmaya başladı. Yeni bir çıra daha ekledik. Hem çıra hem de fındık ateşinde otururken (-ki arada ateş sönmesin diye bir arkadaşımız 'fındıkları ıslatmadan kırın' diyordu) Kayseri'li arkadaşımız çantasından sucuk getirdi. Ev yapımı (şu iğrenç sarmısak kokanlardan) biz çatalın ucuna taktığımız sucuğu çıra-fındık kabuğu ateşinde pişirmeye başladık. Bu eylemimizde çok önemli iki şey keşfettik.
Birincisi sucuğu yaparken ne tür bir motor yağı kullandıklarını bilmiyorum ama damlayan yağlardan alev çıkıyordu.
İkincisi ise fındık kabuğu ve çıranun isi suçuğun çevresini kaplayıp plastik gibi bir tabaka oluşturuyordu.
Yani yediğimizden bir şey anlamadık ama tadı damağımızda kaldı. Tam bu eylemler sırasında bir arkadaşımız bunun böyle olmayacağını, eğer sucuk kızartmak istiyorsak bunu odun ateşinde yapmamız gerektiğini söyledi. Tabi tüpümüz olmadığını hatırlatırım. Arkadaşlardan birinin parlak fikri sayesinde 4 kişi pijamalarla dışarı çıktık. Evin karşısındaki Bosna Hersek Parkı'ndan 4 kafadar iki tane bank söktük. Bir tanesi xxxx diğeri ise yyyy idi. Bankları evde banyoya getirdik. Şükür ki bir tane keser vardı. xxxx'ın bir kısmını parçaladık ve evdeki kazanda yakmaya başladık. Üstünde ise arkadaşımız kalan sucukları kızarttı. Tam yerken elektrikler geldi. O akşamı hiç ama hiç unutamam.

Not1: xxxxx'ın tamamı kısa bir süre içinde parçalanıp kazanda yakıldı ve sayesinde bolca duş alındı.
Not2: yyyyy iki sene daha o evin banyosunda kaldı. Üzerinde ben de bir kaç kez duş aldım.
Soru: Siz hiç parkta yer alan bir bankın üzerinde oturup duş aldınız mı?

Devlet Memuru Baba

Devlet memurşarı, rahatlıkları ve hiç bir iş yapmamalarından nefret edilen çalışanlardır.
Şimdi iş yerinde çay demleyen, kahve yapan insanlardan nefret eder bir yazı yazacakken çocukluğum ve babam geldi aklıma.

Benim babam da devlet memuru idi ve çocukluğumdan aklımda kalan en güzel günler onunla iş yerinde geçirdiğim günlerdi. Babam devlet memurluğunun tüm şartlarını yerine getirirdi.
Hani vardır ya iş yerine getirilen çocuklar, işte ben de onlardan biriydim. Evde çocuk bol olunca ayda bir kaç kez babamın iş yerine gider, yerinde olmayan bilmem kim ablanın masasına oturur daktilo ile adımı soyadımı, aile üyelerimin adını yazardım. Hele ki kilitlenen daktiloyu açmak için ellerimi mürekkep yapıp üstümü pislettiğim ve annnemden azar işittiğim günleri unutamam.
Normalde kıt kanaat geçinmemize ve her sabah annemin ekmek arası bir şeyler hazırlamasına rağmen babam, ben her geldiğimde bana soğuk sandöviççiden özel salamlı kaşarlı sandöviç yaptırırdı. Şimdi kapımın önünde satılmasına rağmen dönüp bakmıyorum bile ama o zaman hayatta yediğim yiyebileceğim en güzel şeydi çünkü babam almıştı.

İşe gidiş yolumuzu da unutamam. Dedemin de kullandığı yoldan iş yerine giderdik. Benim dedem, babam ve şimdi ben hepimiz neredeyse aynı yolu kullanarak işe gittik geldik. Rahmetli dedem kırk sene, babam yirmi sene aynı yolu çürütmüş. Ben ise yedi yıldır aynı dolmuşlarda boş bir koltuk peşindeyim.

Babamın iş yerindeki piknik tüpte demlediği çayları da içtikten sonra -yaklaşık işte mesai başladıktan bir saat sonra falan- çalışmaya başlardı insanlar.
O zaman çalışan ablaların niye durduk yere sinirlendiklerini telefonda bağırıp çağırdıklarını anlamazdım. Şimdi dört tane otuzbeş yaş üstü bekar bayan ile aynı odada yedi yıldır çalıştığım için anlıyorum ki bayanın devlet memuru özel sektör çalışanı farketmiyormuş. Egolarını, ukalalıklarını, geçimsizliklerini iş hayatlarına yansıtmaları ve çevrelerindeki insanlara işkence çektirmeleri doğalarından kaynaklanıyormuş ama o zaman ne bileyim. O zaman kafam kadar memeleri olan ablacıklarımı sinirlendiriyorlar diye uyuz olurdum.

Şimdi hacı olan babam ve arkadaşları ayda bir kere zor da olsa iş arkadaşları ile birlikte Galata Köprüsü altına iki bira içmeye giderlerdi. Sanırım benim de Galata Köprüsü altından vazgeçemememin, Haliç'te kıvırtan şehir hatları vapurlarına dansöz izler gibi ağzımın suyu akarak bakmamın sebebi bu. Yanmadan önceki o eski köprüde o kadar güzel anılarım var ki. Sınırsız kola içebildiğim, ne olduğunu bile bilmediğim mezelerin yoğurtlu olanlarını yediğimde yüzümün ekşimesi ve çirkinleşmesi üzerine arkadaşlarının babama bak şimdi sana benzedi demeleri ve kahkahalarla dolu geceler...

Hele ki şimdi halı sahalarda insanların fazla enerjilerini atmaları sebebiyle göz ardı edilen ama halı sahalar mantar gibi türemeden önce milli sporumuz olan voleybol oynanan günleri hatırlıyorum. O zaman her yerde iki direk, bir file ve zıplamaya hevesli bir sürü insan bulmak kolaydı. Babam ve arkadaşları voleybol oynarken arkada durup kaçan topu dikenli otların arasından alırken yaşadığım keyfi halı sahada roveşata gol attığımda bile yaşayamıyorum. O topu alıp getirdiğimde babamın bana bakışını takım arkadaşlarımın hiç birinin gözünde göremiyorum. Hele bir de saçımı okşardı ki...

Devlet memurları ya da bu zihniyette çalışan insanlardan nefret ediyorum ama benim de babam bir devlet memuru idi ve hayatımın en tatlı anıları onunla birlikte geçirdiğim anlardı.