Devlet memurşarı, rahatlıkları ve hiç bir iş yapmamalarından nefret edilen çalışanlardır.
Şimdi iş yerinde çay demleyen, kahve yapan insanlardan nefret eder bir yazı yazacakken çocukluğum ve babam geldi aklıma.
Benim babam da devlet memuru idi ve çocukluğumdan aklımda kalan en güzel günler onunla iş yerinde geçirdiğim günlerdi. Babam devlet memurluğunun tüm şartlarını yerine getirirdi.
Hani vardır ya iş yerine getirilen çocuklar, işte ben de onlardan biriydim. Evde çocuk bol olunca ayda bir kaç kez babamın iş yerine gider, yerinde olmayan bilmem kim ablanın masasına oturur daktilo ile adımı soyadımı, aile üyelerimin adını yazardım. Hele ki kilitlenen daktiloyu açmak için ellerimi mürekkep yapıp üstümü pislettiğim ve annnemden azar işittiğim günleri unutamam.
Normalde kıt kanaat geçinmemize ve her sabah annemin ekmek arası bir şeyler hazırlamasına rağmen babam, ben her geldiğimde bana soğuk sandöviççiden özel salamlı kaşarlı sandöviç yaptırırdı. Şimdi kapımın önünde satılmasına rağmen dönüp bakmıyorum bile ama o zaman hayatta yediğim yiyebileceğim en güzel şeydi çünkü babam almıştı.
İşe gidiş yolumuzu da unutamam. Dedemin de kullandığı yoldan iş yerine giderdik. Benim dedem, babam ve şimdi ben hepimiz neredeyse aynı yolu kullanarak işe gittik geldik. Rahmetli dedem kırk sene, babam yirmi sene aynı yolu çürütmüş. Ben ise yedi yıldır aynı dolmuşlarda boş bir koltuk peşindeyim.
Babamın iş yerindeki piknik tüpte demlediği çayları da içtikten sonra -yaklaşık işte mesai başladıktan bir saat sonra falan- çalışmaya başlardı insanlar.
O zaman çalışan ablaların niye durduk yere sinirlendiklerini telefonda bağırıp çağırdıklarını anlamazdım. Şimdi dört tane otuzbeş yaş üstü bekar bayan ile aynı odada yedi yıldır çalıştığım için anlıyorum ki bayanın devlet memuru özel sektör çalışanı farketmiyormuş. Egolarını, ukalalıklarını, geçimsizliklerini iş hayatlarına yansıtmaları ve çevrelerindeki insanlara işkence çektirmeleri doğalarından kaynaklanıyormuş ama o zaman ne bileyim. O zaman kafam kadar memeleri olan ablacıklarımı sinirlendiriyorlar diye uyuz olurdum.
Şimdi hacı olan babam ve arkadaşları ayda bir kere zor da olsa iş arkadaşları ile birlikte Galata Köprüsü altına iki bira içmeye giderlerdi. Sanırım benim de Galata Köprüsü altından vazgeçemememin, Haliç'te kıvırtan şehir hatları vapurlarına dansöz izler gibi ağzımın suyu akarak bakmamın sebebi bu. Yanmadan önceki o eski köprüde o kadar güzel anılarım var ki. Sınırsız kola içebildiğim, ne olduğunu bile bilmediğim mezelerin yoğurtlu olanlarını yediğimde yüzümün ekşimesi ve çirkinleşmesi üzerine arkadaşlarının babama bak şimdi sana benzedi demeleri ve kahkahalarla dolu geceler...
Hele ki şimdi halı sahalarda insanların fazla enerjilerini atmaları sebebiyle göz ardı edilen ama halı sahalar mantar gibi türemeden önce milli sporumuz olan voleybol oynanan günleri hatırlıyorum. O zaman her yerde iki direk, bir file ve zıplamaya hevesli bir sürü insan bulmak kolaydı. Babam ve arkadaşları voleybol oynarken arkada durup kaçan topu dikenli otların arasından alırken yaşadığım keyfi halı sahada roveşata gol attığımda bile yaşayamıyorum. O topu alıp getirdiğimde babamın bana bakışını takım arkadaşlarımın hiç birinin gözünde göremiyorum. Hele bir de saçımı okşardı ki...
Devlet memurları ya da bu zihniyette çalışan insanlardan nefret ediyorum ama benim de babam bir devlet memuru idi ve hayatımın en tatlı anıları onunla birlikte geçirdiğim anlardı.
Şimdi iş yerinde çay demleyen, kahve yapan insanlardan nefret eder bir yazı yazacakken çocukluğum ve babam geldi aklıma.
Benim babam da devlet memuru idi ve çocukluğumdan aklımda kalan en güzel günler onunla iş yerinde geçirdiğim günlerdi. Babam devlet memurluğunun tüm şartlarını yerine getirirdi.
Hani vardır ya iş yerine getirilen çocuklar, işte ben de onlardan biriydim. Evde çocuk bol olunca ayda bir kaç kez babamın iş yerine gider, yerinde olmayan bilmem kim ablanın masasına oturur daktilo ile adımı soyadımı, aile üyelerimin adını yazardım. Hele ki kilitlenen daktiloyu açmak için ellerimi mürekkep yapıp üstümü pislettiğim ve annnemden azar işittiğim günleri unutamam.
Normalde kıt kanaat geçinmemize ve her sabah annemin ekmek arası bir şeyler hazırlamasına rağmen babam, ben her geldiğimde bana soğuk sandöviççiden özel salamlı kaşarlı sandöviç yaptırırdı. Şimdi kapımın önünde satılmasına rağmen dönüp bakmıyorum bile ama o zaman hayatta yediğim yiyebileceğim en güzel şeydi çünkü babam almıştı.
İşe gidiş yolumuzu da unutamam. Dedemin de kullandığı yoldan iş yerine giderdik. Benim dedem, babam ve şimdi ben hepimiz neredeyse aynı yolu kullanarak işe gittik geldik. Rahmetli dedem kırk sene, babam yirmi sene aynı yolu çürütmüş. Ben ise yedi yıldır aynı dolmuşlarda boş bir koltuk peşindeyim.
Babamın iş yerindeki piknik tüpte demlediği çayları da içtikten sonra -yaklaşık işte mesai başladıktan bir saat sonra falan- çalışmaya başlardı insanlar.
O zaman çalışan ablaların niye durduk yere sinirlendiklerini telefonda bağırıp çağırdıklarını anlamazdım. Şimdi dört tane otuzbeş yaş üstü bekar bayan ile aynı odada yedi yıldır çalıştığım için anlıyorum ki bayanın devlet memuru özel sektör çalışanı farketmiyormuş. Egolarını, ukalalıklarını, geçimsizliklerini iş hayatlarına yansıtmaları ve çevrelerindeki insanlara işkence çektirmeleri doğalarından kaynaklanıyormuş ama o zaman ne bileyim. O zaman kafam kadar memeleri olan ablacıklarımı sinirlendiriyorlar diye uyuz olurdum.
Şimdi hacı olan babam ve arkadaşları ayda bir kere zor da olsa iş arkadaşları ile birlikte Galata Köprüsü altına iki bira içmeye giderlerdi. Sanırım benim de Galata Köprüsü altından vazgeçemememin, Haliç'te kıvırtan şehir hatları vapurlarına dansöz izler gibi ağzımın suyu akarak bakmamın sebebi bu. Yanmadan önceki o eski köprüde o kadar güzel anılarım var ki. Sınırsız kola içebildiğim, ne olduğunu bile bilmediğim mezelerin yoğurtlu olanlarını yediğimde yüzümün ekşimesi ve çirkinleşmesi üzerine arkadaşlarının babama bak şimdi sana benzedi demeleri ve kahkahalarla dolu geceler...
Hele ki şimdi halı sahalarda insanların fazla enerjilerini atmaları sebebiyle göz ardı edilen ama halı sahalar mantar gibi türemeden önce milli sporumuz olan voleybol oynanan günleri hatırlıyorum. O zaman her yerde iki direk, bir file ve zıplamaya hevesli bir sürü insan bulmak kolaydı. Babam ve arkadaşları voleybol oynarken arkada durup kaçan topu dikenli otların arasından alırken yaşadığım keyfi halı sahada roveşata gol attığımda bile yaşayamıyorum. O topu alıp getirdiğimde babamın bana bakışını takım arkadaşlarımın hiç birinin gözünde göremiyorum. Hele bir de saçımı okşardı ki...
Devlet memurları ya da bu zihniyette çalışan insanlardan nefret ediyorum ama benim de babam bir devlet memuru idi ve hayatımın en tatlı anıları onunla birlikte geçirdiğim anlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder