Hatırladıkça İç Burkan Garibanlık Anıları

"Sivas'ta üniversite 'de öğrenci iken, sabah fırından yeni çıkmış pide ekmeği alırdım. Ağzımız yana yana yerdik. Hemen ardından da, sokaktaki çeşmelerden birinden kana kana su içerdik. O pide midede hamur olur akşama kadar acıktırmazdı." diye örnek verebileceğim anılar.

Bir de hiç unutamadığım bir anı var. Gene Sivas. Cuma günü akşama doğru saatlerde, çarşıda boş boş geziyorum. Biraz daha zaman geçirip eve gideceğim. Babam pazartesi para gönderecek. Cebimde hiç para yok. Pazartesini nasıl edeceğimi düşünüyorum. Açım. Evde yiyecek bir şey yok. Bakkallara borç var. Bir şey alamıyorum. Hafta sonunu bir arkadaşa gidersem açlıktan ölmeyeceğimi planlıyorum. Babamın maddi durumu iyi değil. Çok zor okutuyor beni.
Derken hadi lan şu bankamatiğe bir daha bakayım diyorum. O ne! Babam pazartesi göndereceği parayı cuma günü göndermiş...
Bunu yazarken bile ağlamaklı oldum.
O umutsuzluğu, ardından da yaşanan sevinci tekrar hatırladım.
Açlıktan öleceğimi düşünmüştüm o zaman. Yaşamımı devam ettirmek için plan yapmıştım.
Vay be!

Rome Total War

çocukken, böyle a3 büyüklüğünde bir kağıt bulduğumda hemen avrupadan ortadoğuya kadar bir harita çizerdim. sonra renkli küçük kağıtları keser, üzerlerine harfler yazardım. t-türkiye, r-rusya, a-almanya gibi. saatlerce o harita üzerinde sıra tabanlı oyun oynardım. her sırada her ülke için bir asker eklerdim. sonra savaştırırdım. saatlerin nasıl geçtiğini hatırlamıyorum. sonra bir ara işi ilerletip, evde kimse yokken bu oyunu, evdeki garip şekilli halımız üzerinde oynamaya başladım. halı artık dünya haritam idi. (gerçi garip şekillerle `orta dünya` gibi ama) askeri birlikler de hazırdı. `mandallar`. renk renk, çeşit çeşit mandalların her birinin bir anlamı vardı. sonra bilgisayar çağına geçtik. ilk commodore 64'ümüzde bu tarz bir oyun bulamadım hiç. en iyi oyun `test drive` idi ama o da bana hiç tat vermiyordu. sonra atarici bir abi vardı mahallede. o zaman atari salonları yok tabi. binalarının merdiveni altında bir makina vardı. zili çalar, parayı verir, jeton alır yukarıdaki kargaları uzay gemimizle vururduk (oyunun adını hatırlamıyorum) o da hiç zevk vermezdi. sonra atari salonları mantar gibi kurulunca, bir sürü oyuna sardık. örümceklerden kaçıp japon çıplak kadınların resimlerini mi ortaya çıkarmak dersin, street fighter mi dersen her boku oynadım ama hiç birinden zevk almıyordum. daha sonra yıllar geçti, `age of empires` ile tanıştım, sevdim de. ardından `empire earth` çıktı. onu daha çok sevdim ama ikisi de içimdeki boşluğu doldurmadı. dolduramadı da. sonra 3-4 yıl kadar önce bir gün `rome total war` ile tanıştım. biraz oyunu öğrendim, sonra bir cumartesi öğlen 12:00 de başlayıp pazar gecesi 03:00 de yani tam 15 saat kesintisiz oynayarak bitirdim. o çocukluğumdan beri gelen özlemi dindirdi. şimdi her akşam ya da iki-üç günde bir açar, iki savaş yapar ya da bir-iki şehir alır bırakırım. hayatımda anlam ifade eden üç beş şeyden bir tanesidir.
(bkz: çocukluktan ukte olan oyuncaklar)

Türklere Ait Erotik Terimler

`kafaya odunu vurmak`tır efendim. şöyle ki, anadolunun bir köyünde, üniversite öğrencisi erman'ı arkadaşları çağırır.
- "akşam kına gecesine gidecez, sen de gel"
kına gecesine gidilir. kına gecesi yapılan evin damına çıkmadan önce yerden küçük taşlar toplanır.
- "napçaz olm bu taşları?"
- "sen topla hele. küçük olsunlar amma cevizden küçük nohuttan büyük"
dama çıkılır. damın penceresinden, yarı karanlıkta evin içinde oynayan kızlar görülür, kadınlar kollarından daire şeklinde birbirlerine kenetlenmişler iki adım sağa bir adım sola atmaktadırlar. köyün gençlerinden biri ölçer, biçer taşı aşağıda oynayan kızın omzuna kondurur. kız yukarı bakar, çocuk gülümser, kız gülümser. sıra erman'a gelir. erman bakar:
- "olm illa atmam mı lazım? niye atıcam bunu?
- "bak işte hangisi güzelse ona at, amma yengene atarsan kafanı kırarım"
- "lan hangisi yengem, hepsi birbirine benziyor burdan bakınca"
- "bak birine at işte"
- "rastgele atıyorum o zaman"
- "at at"
ilk atışta amcamın 120 kiloluk eşi, yani yengemi vurdum (o farketmedi ama) sonra 65 yaşındaki halamı vurdum (o da yukarı bakıp sövdü) sonra millet tavana bakmaya başlayınca kaçıştık.
aşağı inip karanlık ara sokağa dalınca arkadaşım dedi ki:
- "lan o gızı götürcem bizim ahırın arkaya, vuracam kafaya odunu, çökecem üstüne"
- "abi çok `romantik`sin"
- "hakkat la bizim eve gidek de `erotik` film izleyelim"
(bkz: based a true story)
belki dedem de 60 sene önce böyle idi. babam da odunu bırakıp muhtemelen nuri alço gibi gazoza ilaç atıyordu. evrimin 3.halkasındaki benden ne kadar erotizm bekleyebilirsiniz ki? zaman değişti. elektrik şoku veriyorum.

bir de şu var belki alakalıdır (bkz: çıkarmadan beş)

Dünya Kadınlar Günü

8 mart 2008 Dünya Kadınlar Günü'nde, sevgilim son anda gecikeceği için yol üstü çay bahçelerinden birine oturdum. Dırdırını dinlemek üzere sevgilimi beklerken 70 yaşlarında bir amca yanıma geldi:
- "Evlat bana bir çay ısmarlar mısın?" dedi. Ben de "lafı bile olmaz amcacığım buyur" dedim.
Koyu bir sohbete daldık. Hemşehri çıktık zaten. Sohbetin koyu yerinde yoldan geçen bir polis memuruna seslendi:
- "Evladım, gel hele bi. Bu kalabalık neden? Siz niye toplandınız?" dedi. Memur da:
- "Dedeciğim bugün Dünya Kadınlar Günü. Kadınlar toplanmışlar." dedi.
- "Kadınlar niye toplanmışlar ki" dedi amca.
- "Kadınlar hakları için toplanmışlar." dedi memur.
- "Kadın hakkı mı? Kadının hakkını vereceksen indirecen tımanını verecen hakkını" dedi.
Bir taraftan polis memuru bir taraftan ben kendimizi tutamadık. İşte dedelerimizin olaya bakış açısı.
Ben mi? Ben beklenen fırçayı yedim tabi. Çiçek almadığım için öküzmüşüm bir de unutmadan.

2 Mart 2008 Besiktaş Galatasaray Maçı

Fenerbahçelilerin saunada ölçülü izlemesi gereken maç.
Bir Fenerbahçeli olarak saunada maçı izlerken beşiktaş gol attığında "Goool" diye ölçüsüz bir şekilde haykırdım.
Ne bileyim o an odada bulunan heriflerin hepsi Galatasaraylıymış ayol.

Bir Erkeğin Kadın Elbiseleri Giymesi

İsteğe bağlı olarak ya da mecburiyetten kadın elbiseleri giyen erkektir.
İsteğe bağlı giyimi tercihler ile ilgilidir. (bkz: İçindeki kadının açığa çıkması)
Mecburiyet kısmına gelirsek. Meslek icabı erkek sanatçıların kadın elbiseleri giymesi en çok rastlanan örnek olmakla birlikte akla gelmeyecek bir şekilde köy ortamlarında bile bazen erkeklerin kadın elbiseleri giydikleri gözlenebilir.
Bir örnek ile pekiştirelim.
Köy yerinde 150 kiloluk montofon lakaplı bir teyze vardır. Bu teyzenin de +/- 10 kilo fark eden fiziken neredeyse kendisine benzeyen bir de oğlu vardır. Teyze bir gün hastalanır ve ineklerini sağamaz hale gelir. Oğlu inekleri sağmaya gider fakat hayvanlar kadının kokusuna alıştıkları için süt vermezler. Oğlun da aklına parlak bir fikir gelir. Annesinin eteğini ve yeleğini giyer, başına da annesinin başörtüsünü bağlar. İneğe arkadan yaklaşıp sağmaya başlar. İnekler teyzenin kokusunu aldıkları için süt verirler. Sağma işlemi bittikten sonra oğul, sitillerle (kovalarla) ahırdan çıkar. O sırada köylü iki üç kız:
"- Hatça anaaaa, sen hasta değel misin ne işin var dışarıda?" diye seslenirler.
Oğul kızlara döner ve o an film kopar. Tamamen insani ihtiyaçtan doğan bu durumu gel de köyün kızlarına anlat. Oğula kimi istedilerse vermediler zaten. Köy kızları da her gördüklerinde isminin arkasına "bacı" kelimesini eklemeyi unutmadılar. Oğul kızdı İstanbul'a geldi. İşin enteresan kısmı işyeri de karaköy'de elektrikçi. Son duyduğumuz köydeki kızların "Ismayıl Karaköy'e düşmüş" diye dedikodu ettikleri. Demek ki neymiş. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru kıyafet ile olmak gerekiyormuş.
(Aile sırlarını deşifre ettiğim için umarım ailemden dışlanmam.)

Emre - Ev Arkadaşım

Hani bazı özel insanlar vardır. Bilirsiniz işte. normal, mantıklı, aklı başında gibi gözükürler ama arada öyle bir salaklıklar yaparlar ki, güleyim mi? ağlayayım mı? sinirleneyim mi? döveyim mi? karar veremezsiniz. İşte eğer ev arkadaşınız, yani birlikte yaşadığınız ve hayatınızın önemli bir bölümünü işgal eden insan eğer bu özelliklere sahipse vay halinize.

Ev arkadaşı hakkında kafamdaki tanımı bitirdikten sonra verebileceğim bir örnek üniversite yıllarında iki yıl ev arkadaşlığı yaptığım emre isimli zat-ı muhteremdir. Gelecek nesillere ibret oluştursun diye olayları uzatmadan kısa bir şekilde anlatacağım.

Anadolunun bağrındaki bir şehirde okuduğum yıllarda beş arkadaş ev tutmuştuk. Ev sahibimiz Kredi Yurtlar Kurumu Müdürü olduğu için, kirayı vermek amacıyla kız yurduna girebilen tek erkek öğrenci olduğumu belirtmeden edemeyeceğim. Bunu niye belirttim bilmiyorum ama sanırım okuyucu gözünde puşt bir tipim olduğu izlenimi vermek istiyor olabilirim. Ama asla öğrenemeyeceğiniz ise içimde kalan uktedir.
Dört ev arkadaşımdan bir tanesinin adı Emre idi. İstanbul doğumlu Diyarbakır'lı bir arkadaşımdı. Çok severdim kendisini. Aynı bölümdeydik fakat benden bir sene önce kayıt olmuştu. "Benden bir sene önce kayıt olmuştu" tanımlamasını yapmamın sebebi neredeyse tüm önemli dersleri alttan alıyor ve benimle birlikte sınavlara giriyor oluşudur. Emre ile çok güzel bir arkadaşlığımız oldu. İstanbul görmüş kültürlü, gözü açık ve akıllı bir arkadaştı.
Yaz tatilinin son günlerinde, benden bir gün önce gideceği ve kendi anahtarını kaybettiği için benden evin anahtarını almıştı. Ben de "Aman abi beni karşıla ya da evde ol, kapıda kalmayayım" stickerını kulağına küpe yapıp göndermiştim. Ertesi gün tarifeli otobüs seferi ile okulun olduğu şehre gittim. Baktım karşılamaya gelen yok. (Unutulmasın ki o yıllarda cep telefonu yoktu) Eve gittim. Kapının üzerinde bir not:
"Arkadaşlar ben Emre. Murat'lara gidiyorum. Anahtar kapının üzerinde."
ve anahtar kapının üstündeydi. İnsan gülmek ile sinirlenmek arasında gidip geliyor. O kağıdı yıllardır saklarım.
Bakınız küfür kullanmadan buraya kadar geldik. Biraz daha sıkarak devam ediyoruz.

Aynı yılın soğuk bir kış gecesi (-25 derece civarında) Emre eve gelmedi. Normalde okuduğumuz şehirde akşam saat 8'den sonra kimseyi sokakta göremezsiniz. Biz de merak ettiğimiz için, bir de o dönem fakültede siyasi kavgalar sıkça yaşandığı için diğer dört ev arkadaşı olarak onu aramaya çıktık. Meydana gittik, polislere sorduk ama bulamayıp eve döndük. Ertesi gün çıkıp geldi. Bu, arkadaşı Murat'lara gitmiş, sohbet koyuymuş, sınavı olduğu ve kitabı yanında olmadığı için gece yarısından sonra geç bir saatte kalkmış. Ara sokaklardan eve gelirken polisle karşılaşmış. Bunun kimlikteki kütüğü gören polisler nezarete atmışlar. Bir şey bulamayınca da sabah çıkartmışlar.
Açıkçası içeri attıklarına sevindim çünkü donmaktan kurtulmuş. (Murat'ların evi şehrin diğer ucundaydı.) Nezarette geçirdiği gece, makas, kağıt, yapıştırıcı kullanmadan sigara paketinden uçak yapmayı öğrenmiş. Bize de öğretti. O gün bu gündür her sigaram bittiğinde yapmazsam duramıyorum. Hatta bu entry için de bir tane yaptım.
Ha bir de bitlenmiş onu da bir kaç gün sonra öğrendik.

Yorum yapmadan ve sonrasında olanları anlatmadan üçüncü hikayeye geçiyorum. İdare Hukuku finalinde benden kopya vermemi istedi. -ki tüm öğrencilik hayatım kopya vererek ev arkadaş/larımı derslerden geçirmekle geçmiştir. (Hatta okul bittiğinde param olmadığı için şehirde kalıp para karşılığı 4 tane tez yazmıştım.) Gözetmen, sınavda verilen ek kağıtların üzerine öğrencilerin numaralarının son iki hanesini yazıyordu. Kendi cevaplarımı bitirdikten sonra bir ek kağıt istedim. Bu ek kağıda cevapların tümünü yazdım. Sınavdan çıkarken çaktırmadan Emre'nin masasına bıraktım. Bu da anlaştığımız gibi benim verdiğim ek kağıdı kendi kağıdının altına koyacak, cevapları temize çekecek ve kendi sınav kağıdını verip benim ek kağıdı buruşturup cebine atacaktı. Bu sınavdan çıktı. Ben de kapıda bekliyorum. "Sağol, kesin geçtik" dedi. Kantine geçtik. Derken Gözetmen geldi. Benim adımı ve onun adını söyledi. Hayret dolu ifadelerle yanına gittik. Kopya çektiğimizi ve tutanak tuttuğunu söyledi. Sebebini sorduk ve cevabı verdi. O anlatırken beynimden aşağı kaynar sular dökülüyordu. Emre, benim verdiğim ek kağıdın üzerindeki numarayı kurşun kalemi ile değiştirmiş ve üzerine soruları da vermeden benim alelacele yazdığım cevapları vermiş. Tabi adamlar önce yazıdan anlamışlar sonra da Emre'nin kurşun kalemle yazdığı numarasını basit bir silgi parçası ile silerek benim numaramı ortaya çıkartmışlar. Ders de Disiplin Kurulu Başkanlığı yapan bir profesörün dersi. Profesör ile görüştük. Yalvardık yakardık ama nafile. Çok kararlıydı. Bizi bırakacağı, hatta 6 ay uzaklaştırma vereceği kesindi. Derken bir arkadaş akıl verdi. Dedi ki:
-"Şimdi gidin ikiniz de saçlarınızı sıfıra vurdurun. Bu gece hiç uyumayın ve yarın yanına altları morarmış gözlerle gidin. Bir de ailenizin maddi durumu ile ilgili çok acıklı bir hikaye uydurun."
Aldığımız aklı harfi harfine uyguladık ve adamın yüreği dayanmayıp bizi sadece dersten bıraktı. Sonraki gün ben evden ayrıldım zaten. Uzunca bir süre görüşmedik.

Bugün Emre benim ziyaretime geldi. Konuştuk, bu entry konusu olayları yad ettik. Kendisi Mali Müşavir olmuş ama sıkılmış. Daha sonra Murat ile birlikte sermayeyi ortaya koyup ithalat-ihracat işine girmişler. Ne bulurlarsa yurt dışına satıyorlarmış. Keçi kılı, köpek kılı, döner bıçağı, canlı kurbağa v.s.

Aslında bir olay daha var yazmak istediğim fakat daha önce başka bir entryde bahsettiğim için burada sadece bkz vereceğim. Emre ile yaşadığımız (bkz: Bank) hadisesini okumaktan da geri kalmayın. İlgili entry'de geçen "bir arkadaşımız" ifadesi kendisini ifade etmektedir.

Otostop

Üniversite yıllarında genelde iki haftada bir Zara'ya, köye giderdim (çamaşırlar ve yiyecek malzemesi almak için) Cuma gider, Pazar dönerdim.
Zara'dan kalkıp Sivas'a giden minibüsler 1 saatte bir kalkar ve polis kontrolü sebebiyle ayakta yolcu almazlar. Sivas ve Zara arasındaki mesafe 70 kilometredir. Neyse ben Zara'dan yaklaşık 15 km sonraki bir noktada belkiyorum. Tabi minibüs yanımdan geçip gidiyor. Ayakta yolcu almıyor. Ne yapacağım bu durumda? Buzun üzerinde bir saat sonra geçecek minibüsü bekleyeceğim ya da yoldan geçen tırlara otostop çekeceğim.
ve evet öyle oldu. 4 yıl tırlarla gidip geldi bu talebe (Talebe babamın bana taktığı bir tür sıfat. Ben ona tevhid-i tedrisat'tan bahsettim ama o benimle ticari ilimler akademisini bitirmeden böyle mevzuda fikir teatisine girmek istemedi.)
Yol boyunca tır şoförlerinin ikramlarını aldım ama hiçbirini yemedim. (Buna leblebi de dahil)
Nasıl olduysa her muhabbet eninde sonunda "kızlar" konusuna döndü:
- Üniversitede gızlar veriyolar mı?
- Ya var tabi öyle şeyler.
- Biz gelsek bizim de olur mu?
- Nasıl yani?
- Ya senin arkadaşların vardır. Kızlar falan. Beni tanıştırsan yani olmaz mı bizim iş.

Hay goduklarım ya. Lan sen "dır" şoförüsün. Ben zaten kendime zor buluyorum kimi sokacam senin gıllı koynuna? İşte böyle geçip gitti yıllar. Dır şoförlerinin fantezilerini dinleye dinleye...

Otobüste Güzel Kızın Kişinin Yanına Oturması

Bu sabah başıma gelen olay. Hatta kız oturmakla kalmadı tanışmaya da çalıştı.
- Merhaba.
- (şaşırarak) Merhaba.
- Afedersiniz bir şey soracağım ama yanlış anlamayın.
- Buyrun lütfen.
- Nereye gidiyorsunuz?
- Taksim'e gidiyor bu otobüs (ben tabi tam duyamadım sorduğunu)
- Hayır siz nereye gidiyorsunuz?
- Ben de Taksim'e gidiyorum.
- Nerelisiniz?
-
- Afedersiniz, evli misiniz?
- Öyle sayılır.
- Özür dilerim rahatsız ettim.
- ...

ve kalkıp başka bir koltuğa oturdu. Evet hayatımda ilk defa bir kız benimle bu kadar bariz tanışmaya çalıştı.
Kesin organ mafyasıydı ya da kesin ilaçlı meyva suyu verecekti birazdan.
Öyle öyle... Öyle lan işte!

Kurban Bayramı

Kurban kesiminde hiç beklemediğim kişilerin ilginç esprilerine şahit oldum.
Örneğin kurban edilecek boğanın fotoğrafını çekerken yanıma yaklaşan kasaplardan biri:
- "Ne o? Hayvanı ölümsüzleştiriyor musun?" dedi. Ben de o tipten o espriyi, o anda beklemediğim için şoke oldum.
Ardından büyükçe bir hayvanın yarısını taşıyan iki metrelik babayiğit hakkında biri:
- "Allah onun kekliğine sabır versin" dedi. Sanırım adamın eşinden bahsediyordu.
Hakikaten en az 100 okka et vardı. Zavallı yenge. Aman sabahlar olmasın.

El Arabasına Binmek

Köyde bidonlara su doldurmak için çeşmeye giderken yapılan eylem.
Bütün şehir stresinden uzaktaki o masum ve saf köyde iki kişi tarafından yapılır.
Kardeşinizi bindirip kucağına da bidonları verdikten sonra, aynen abinizin de sizi taşıdığı gibi çeşmeye kadar el arabası ile götürürsünüz.
Eşek kadar uzayınca el arabasına ters binmek daha rahattır çünkü dirgen gibi bacaklarınızı anca bu şekilde sığdırabilirsiniz.
Yolu göremediğiniz için kafanızı gökyüzüne kaldırıp bembeyaz bulutları seyredersiniz.
Az sonra yağacak Kırkikindi yağmuruna kalmadan acele etmesi için abinize söylenirsiniz.
Ters gittiğiniz için yoldaki tüm tümseklere kendinizi hazırlayamazsınız ve beliniz kıçınız dağılır.
Daha önce de su taşındığı için el arabasının ıslak olan orta kısmı kıçınızı ıslatır.
Dönüşte araba bidonlarla dolu olduğu için yürümek zorunda kalırsınız.

Sağdan Say

Tek sıra halinde dizilen askerleri kendi kendilerine saydırmak için verilen askeri komuttur.
Genellikle Uzman Çavuşlar veya Astsubaylar 10'a kadar sayabildiği için (gerçi bizimki 5 e kadar sayabiliyordu) yanyana dizilmiş ondan fazla askeri saydırmak için "sağdan say! " diye komut verirler.
Genellikle bazen yatakhanede alınan yat içtimasında kullanılır.
Yatakhaneye giren Nöbetçi Subay, yatakların yanına sıra halinde dizilmiş ikiyüz kişiyi tek tek saymak yerine komut verir:
- Sağdan say!
- Bir!
- İki!
- Üç!
- ...
- ...
- ...
- 208 son

Ha, bazen de sıranın en başındaki üç beş puşt, Nöbetçi Subay gelmeden başlarlar saymaya.
O sayma işlemi, birinin ayıkıp ".mına goduhklarım maytap mı geçiyorsunuz" demezse sıranın sonuna kadar gider.

Kıskanç Sevgili

Kız arkadaşıyla (sevgilisi) otobüs bileti almaya gittiğinde,
- Kız arkadaşı "İstanbul'a yer var mı?" diye sorması üzerine,
- Bilet satan erkek görevlinin "tek bayan mı?" sorusuna kıl olup,
- "İki erkek!" diye atlayarak cevap veren

ve muhtemelen 43-44 numaralı koltukta osuruk kokuları arasında seyahat eden kişidir.
Tek iyi tarafı, kokudan bayıldığı için yolun nasıl geçtiğini farketmiyor insan.

Sivasspor

Süper Lig'e çıkmak için yıllar yılı mücadele vermiş, şehirde Süper Lig'e (zamanında Birinci Lig) çıkmanın onur meselesi haline geldiği fakat bir kaç kez yaklaşmasına rağmen ancak iki yıl önce bunu başarabilmiş takımdır.
Efendim 1972-73 sezonunda Sivasspor 1.lige çıkmak için mücadele ediyordu ve lider olduğu sezonda son maça gelinmişti. Son maçta galip gelmesi halinde şampiyon olacaktı. Rakibi ise puan olarak o sezon ligden düşmesi garanti olan Karşıyaka idi. Son maçı evinde oynayacak olan Sivasspor yöneticileri, o kadar çok takıma güveniyordu ki rakip takımın yöneticilerine (o zamanki başkanı Pertev Mola) "Bu maçı kesin alacağız" diyordu. (Hani şimdi yazarız şike mike kanıtlayamayız olmaz, bu ifade daha iyi oldu)
Efendim maç berabere giderken Sivasspor gol üstüne gol kaçırıyordu. 4 eylül stadı'nı dolduran taraftarlar ilk defa 1.lige çıkacak olmanın umuduyla hop oturup hop kalkıyorlardı.
Derken son dakikalarda Sivasspor bir penaltı kazandı. Penaltıyı o zamanki Sivasspor golcüsü Naci kullanacaktı. Naci penaltıyı kaçırdı ve maç 0-0 berabere bitti. Maçın hemen ardından sahaya inen taraftarlar Naci'nin penaltı kaçıran bacağını kırdı. Sivasspor o sene 1.lige çıkamadı ve 2005'e kadar sabretmek zorunda kaldı.

Kaynak: Naci'nin ayağının alçıya alınmasında görevli memur. (babam)

4 eylül stadı'ndaki maçlara gittiğinizde iki tür taraftar ile karşılaşırsınız:
- Kendi tabirleri ile en moderin küfürleri eden Çılgınlar58 grubu: Bu grup herkesin genel olarak bildiği taraftar grubudur. Toplu tezahürat yapar ve tezahüratlar genellikle dört büyüklerin tezahüratlarına benzer.
- Normal taraftarlar: Genellikle toplu tezahürat yerine bireysel tezahüratta bulunurlar. Üzeri açılmamış sözleri bu taraftarın içinde iken keşfedebilirsiniz. Mesela sinirlenen bir çiftçi amca, rakibin futbolcusunun enüğüne cücüğüne söver.

Çocukluktan Akılda Kalan

Kumda Oynamak
Çocukken yapılan ve unutulamayan eylemlerden bir tanesidir.
Bizimkinde kum havuzu yoktu tabi ki.
Kürek ya da kamyon da yoktu.
İşin garibi su bardakla "soğuk sudan içen" diye satıldığı için pet şişe de yoktu.
Top sahasının kenarındaki kumlarda oynanırdı.
Az önce top oynayanlardan bir tanesinin çıkarıp attığı yırtık ayakkabısı itfaiye kamyonu oluyordu genelde. Çiviler de itfaiyeci.
Kumda oynamak bir başkaydı o zamanlar.

Çivi Oyunu
Top sahası kenarındaki çamurlu zeminde inşaattan alınan paslı çivilerle oynanması halinde tadından yenmeyecek bir oyundur.
Hatırladığım kadarı ile ayakta iken çiviler çamura saplanacak şekilde yere fırlatılır ve saplandığı yerler arasında çizgi çekilirdi. İki oyuncu oynar. İki nokta arasına çizgiler çekerek diğerinin çevresini sarmaya çalışırdık.
O zamanlar oyun sebebiyle üzerime bulaşan çamurlar yüzünden yediğim dayaklardan annemim karateyi nereden öğrendiğini hala merak ediyorum.

Kim? Kiminle? Nerede? Ne Yapiyor?

Paparazzi, Tık Tık, Uçan Kuş v.s. gibi programların olmadığı yıllarda çocuklar arasında oynanan oyunlardan biridir.
  • Herkese küçük kağıtlar verilir.
  • Önce herkes kağıdın üst kısmına bir "isim" yazar ve yazdığı yeri görünmeyecek şekilde katlar.
  • Ardından kağıdı bir yandakine verir ve herkes kağıda "bir isim daha" yazar ve gene yazılı kısmı katlar.
  • Sonra gene kağıtlar değiştirilir ve herkes bir "yer" ismi yazar ve görünmeyecek şekilde katlar.
  • Son olarak kağıtlar değiştirilir ve herkes kağıtlara birer "eylem/aksiyon" yazarlar
  • Oyun kağıtların açılıp okunması ile biter.
Biz çocukken, kağıtları açtığımızda genelde şöyle sonuçlar çıkardı:
"İbrahim Tatlıses, Selin'le (Selin oyunculardan biri) Kömürlükte (o zamanlar en fentezik yer idi) Öpüşüyorlar"
İşte bu "öpüşüyorlar" kısmı okunduğunda, herkes bir arsızlığı paylaşmanın dayanılmaz hafifliği ile gülüyordu. Aslında oyunun amacı oyunculardan birisini komik bir duruma sokmak ve ona gülmekti.

Şimdiki çocukların bu oyunu oynadıklarını pek sanmıyorum ama eğer oynarlarsa şöyle bir sonuç çıkması kuvvetle muhtemel:
Avril Lavigne, Pipican ile Msn'de Blowjob yapıyorlar.

Öğrenci Yurdu

Duş için genellikle elinizde havlu ve şampuan ile sıra beklediğiniz yerlerdir.
Duşun gideri dışarıya doğru akan bir yurtta yaşanan anektod:
Delikanlı duş alırken elinde havlu ile dışarıda duş sırası bekleyen arkadaşları seslenirler:
- La bunlar bizim yeğenler değil mi? Dereye kapılmışlar. Vah yazık, boğulacaklar şimdi...
:)

Ayrıca ilk gününü yaşayan öprencilere aşağıdaki şakalar yapılan yerlerdir.
Öss'yi yeni kazanmış adaylara önemle duyurulur.

(1) Akşam yatmadan (müdür ve görevliler gidip nöbetçi görevli kaldığı saatte) yatak mühürletilir. Yeni gelene "yatak mühürletmeden yatamazsın" denilir.
Yeni öğrenci yatak elinde merdivenleri iner.

(2) Çok saf ve şampuanı olmayanlara deterjan ile saç yıkatılır. (Son kurbanın yaklaşık bir saat saçı köpürmüştü) (beyaz bonus kafa :)

Paraşütçü

Yeni gelen acemi askerleri kaydeden ahbap çavuşlar, Piyade Bölüğü'ne kaydettikleri askerlerin evraklarına "P", Silah bölüğü'ne kaydettikleri askerlerin evraklarının üzerine "S" harfini büyükçe yazmaktadırlar.
Çavuş (o şerefsiz benim işte) ile ayakta heyecandan tir tir titreyen, daha yeni gelmiş asker arasındaki sorgulama:
- Adın?
- Ahmet.
- Memleketin?
- İstanbul.
- Doğum yılın?
- 1981.
- Sağlık sorunun var mı?
- Yok komutanım.
- Yükseklik korkun var mı?
- Yok komutanım.
- İyi o zaman (kağıda büyükçe P yazılır) Paraşüt bölüğü'ne yazdım seni. Karşı masaya git.
- Paraşüt Bölüğü mü, komutanım?
- Paraşüt Bölüğü işte. Paraşüt ne bilmiyor musun? 10 bin metreden atlayacaksınız.
- Ama komutanım yalvarırım beni paraşütçü yapmayın, hede hüde ühüüüüü
- İtiraz yok, git karşı masaya, sıradakiiii....
- Bööööööğğğğğkkkk ühüüü

Asker bölüğüne gidene kadar ahbap çavuşlar aynı yalana devam eder. Asker anca akşam koğuşa girdiğinde "paraşütçü" değil "bitli piyade" olduğunu öğrenir.

Hikaye burada bitse iyi. Daha kafadan ayarı yemiş acemi asker, usta birliğine gittiğinde sevgilisine mektup yazar.
(herkes gücü yettiğine ayar verir ya zaten)

Aşkım,

Askerlik çok zor. Her gün dağdayız. Helikopterden helikoptere atlarken şarjor değiştiriyoruz. Ben seni çok özledim hede hüde bırı bır...

Skimmer

İngilizce skimmer kelimesi, Türkçe'ye süzgeç, delikli, kevgir gibi kelimelere karşılık olarak çevrilebilir.

Bu kelime ile ilgili bir anektod;

Ülkemizdeki Mc Donald's restaurantlarında çalışanlar (1996 da böyle idi) bilirler.
Patates kızartılan yağın belli aralıklarla süzgeçle temizlenmesi gerekir. Patates kızartan kişi belli aralıklarla, elindeki metal süzgeç ile kızartma yağının üzerindeki kızamaktan simsiyah olmuş küçük patatesleri temizler. Buraya kadar her şey normaldir. Acayiplik yabancı şirket olduğu için ve her şey "kitabına ve standartlara uygun" yapıldığı için, bu işlemi "süzgeç ile temizlemek" gibi Türkçe kelimelerle adlandırmak yerine "skimmer ile skimlemek" denilmektedir.
Müdür bize işi öğretirken:
- Bak bunun adı ne?
- Süzgeç
- Bunun adı skimmer
- dumur
- Bunla arada bir skimleme yapacaksın ki müşteriye kömür gibi patetes vermeyelim.
- Skimliycem mi efendim
- hay senin...

Askerlik Anıları

Erkeklerin kafa şişirmek için anlattıkları anılardır.
Sıkıcı askerlik anıları ile sürekli ama sürekli serbest çağrışımlarla olayları hatırlayan insan, sanki hayatındaki en önemli şey askerlikmiş gibi başlar anlatmaya, ardı arkası gelmez hikayelerin.
Örnek verecek olursak.

- Ya Seyfettin abi Erzurum'un plakası kaç?
- Yirmibeş. Lan olm biz askerde tüm plakaları ezbere bilirdik.
- Aman abi başlama gene ya.
- Bak bak dinle. Şimdi yat içtiması alınırken nöbetçi beklerdik. O sırada mesela askerliğinin bitmesine 25 gün kalmış bir asker, bir alt devresinin sırtına atlardı. Alttaki de bağırmaya başlardı. Isparta'dan kalktı tren (bu askerlik yapılan şehir) Erzurum'da yaptı fren (bu da kaç gün kaldı ise o sayı plakası olan il) dedemin şafağı 25, alkışlamayan dötveren. Sonra herkes alkışlardı o askeri.
- Hıı ne güzel.
- Alkış dedim de aklıma geldi. Biz acemiyken bi Ahmet çavuş vardı. "Yürüyüş Kararı" saydırırken sürekli öndeki takımın çavuşuna laf atardı. Bak şöyle. "Vur vur inlesin, Süleyman çavuş dinlesin, saymasını öğrensin" diye. Ne günlerdi be. O öyle diyince gaza gelir daha çok bağırırdık.
- Ee adam işi biliyormuş.
- Ama komik adamdı vesselam. Bize hep kızlarla ilgili yürüyüş kararı saydırırdı. Bak mesela şeyi söylettirirdi.
- Abi başka konudan konuşsak?"
- Lan dur ayda yılda bir anlatasım gelmiş dinle. Ahmet çavuş söyletirdi: "Buuuu asker dışarı, çıııııkamaz çıkamaz. Yâri şöyle bir tutup, öpemez!" diye saydırırdı. O her "öpemez!" dediğinde biz de "öperiz!" derdik. 3-4 kere söylettikten sonra "öp!" derdi biz de "mmmmuuuah, oh beee!" derdik. Ne gülerdik ya.
- Abi erotik yayına geçtin sen.
- Ha bak onu unutmuştum. "Aç Aç" geldi bizim oraya. Çocuklarla gittik ama travesti kılıklı iki kadın vardı hiç unutmam.
- Abi nolcak bu x takımının hali (konuyu değiştirme çabası)
- Lan bizim üsteğmen vardı. Neydi adı unuttum. Bu çok kısa boyluydu. Hatta benim çavuş rütbesi bunun üsteğmen rütbesinden yukardaydı. Arkadaşlara söylerdim gülerlerdi. Adam kısaydı ama ne yapayım. Gerçi o öttürürdü bizi ama işte dedin ya x takımı diye, bu acayip top oynardı. Kısaydı ama çok çevikti. Bir gün ben bunun beşliğinden geçirip sonra dönüp gülmüştüm. Yazıcıya söylemiş bana 3-5 gece nöbeti kitliyordu sürekli, ama iyi adamdı.
- ...
- Erol olm, alo, amanın ne oldu lan, bayıldın mı lan, kendine gel, bak bizim astsubayın tokatlaması gibi tokatlarım lan seni, ayıl lan, lan ayıl!

Borazan

Büyükanneye Bırakılan Çocuk

Bazen iş sebebiyle bazen de tatil sebebiyle, anne babasından gözü yaşlı ayrılarak büyükanneye bırakılan çocuktur. İlk bırakıldığı gün (ve devamındaki günlerde) o kadar çok duygusal ve acıklı olayların yaşanmasına sebep olur ki?
Hele ki "annem nerede?" diye sorduğunda yüreğiniz parçalanır.
Bir hafta önce arkadaşımın yazlığına tatile gittim. Evde annesi, babası ve ailesi tatile giden 2 yaşında konuşmayı bilen yeğeni vardı. Maşallah kız da çok tatlı. daha ilk gün:
- Ay ne tatlısın sen, adın ne senin?
- Baba?
- ...
ve beni babası sanan yavrucak bir hafta boyunca bana "baba" dedi.
(Resim: Bu da daha ilk gun naylon babası ile uyurken resmi)

Bisiklet

Bisiklet, maddi yetersizlikler dolayısıyla hayatında hiç sahip olamayanlar için, maddi yeterlilik durumuna geçildiğinde, eşek kadar olunduğu için alınamayan, insanın içinde uhde olarak kalan, tek beygir gücündeki araçtır.

Hani arada arkadaşlardan bi tur alırdık. Kaçırır akşam geri verirdik. Akşam da oturamazdık. Ah o zalim sele! Alışmamış kıçı nasıl da acıtırdı. Selenin sivri yeri bazı yerleri öyle bir ezerdi ki, bir ara çocuğum bile olmayacak diye kortuğumu hatırlarım.
Şimdi otuz yaşa iki kala düşünüyorum. Sabah kalkıp, traş olup, takım elbisemi giyip, bisikletime atlayıp işe gitsem acaba ne kadar komik olabilirim diye?
Ya da haftasonu kullanayım desem hadi.
Binsem nereye gideceğim ki?
Piknik yapılan yerlere gitmek gerek.
Ee piknik yapılan yerlere tek başıma gidip ne yapacağım.
Hadi arkadaş bulayım desem sübyancı demezler mi adama?
Linç ederler şerefsizim.
- Oğlum bu kim?
- Bu amcanın bisiklet arzusu içinde kalmış, bizimle takılıyor.
- Sapıııık, Allah'ını seven vursun!

Eşek kadar olunca zor be, bırak gidonuyla içimde kalsın.

Dilenci

Dini ve insani duyguları sömürerek dilenildiği için konuya önce dini sonra insani açıdan bakalım.

İslam dininde dilenmek yasak değildir. Fakat din kuralları şöyle tanımlamaktadır: Kişi eğer yapacak işi yoksa ve iş yapamaz halde ise, sadece o günlük yiyeceğini çıkartacak kadar dilenebilir. Ayrıca sesli bir şekilde dilenmesi de yasaktır.

İnsani açıdan değerlendirildiğinde, öncelikle devletin düşkün, zor durumda olan bireylere yardım etmesi, devletin yetersiz kaldığı durumlarda sosyal yardım organizasyonlarının bu kişilere sahip çıkması gerekmektedir. Bu organize yardımların kolay ve onur kırıcı olmaması, bu duruma düşen kişilerin sokakta dilenmek yerine ilk önce bu kurumlara başvurması gerekmektedir. Çünkü bu kurumların güvenilir, yaygın ve koruyucu olması, yardımda bulunan kişilerin sokaktaki insanlara değil de bu kurumlara yardım etmesine ve ortaya çıkan sahtekarlıkların önlenmesine sebep olacaktır.

Dilenciye para vermemek, İstanbul gibi bir metropolde yaşayan insanlar için yürek parçalayan zor durumlardan birisidir. Ben de dilencilere para vermiyorum. Çünkü dilencilere karşı özellikle İstanbul'da sürekli bir güvensizlik var.

Sokakta her yerde dilenciler ile karşılaşıyorsunuz. Son yıllardaki numaralardan bir tanesi, dağ gibi bir delikanlının yanınıza yanaşıp: "Abi biz burda inşaatta çalışmaya geldik, ama hiç paramız yok. Bir lira bana verebilir misiniz? Ekmek alacağım" demesidir. Böyle dilencilik olmaz. Bu dilenme değil üç kağıtçılıktır. Çalışabilme ehliyetine sahipsen özellikle İstanbul'da yaşıyorsan en azından karnını doyuracak kadar para kazanacak bir şeyler yapabilirsin. Karnını doyuramadığın zaman dilenmek dinen de serbest fakat sahtekarlar yüzünden insan gerçekten ihtiyacı olana da yardım edemez hale geliyor.

Örneğin sabah otobüse binmek için durağa gittiğimde durakta bekleyen yaşlı teyze:
- "Oğlum bana Allah rızası için 2 ytl ver. Açım. Ekmek alacağım" dedi.
- "Teyzeciğim, ben sana şurdan ekmek arası bir şey yaptırayım, ne istersin?" dedim.
- "Burda yemeyeceğim yavrum. Evde çocuklara götüreceğim" dedi.
- "Olmaz teyze. Burada sana bir şey alayım. Onu götürürsün" dedim.
Durak bayağı da bir kalabalıktı. Sanırım günün hasılatını kurtardığına inanan teyzecik ayağa kalktı. Yoldan geçen bir taksiyi çevirdi. Bindi ve gitti.
Biz de şaşkın şaşkın arkasından gelen Mecidiyeköy otobüsüne tıkış tıkış bindik.

İşte bu tarz kötü örnekler sebebiyle insanın güveni, inancı kayboluyor.
En güzeli, gerçekten ihtiyacı olanları, aile bireylerimiz ya da gerçekten ihtiyacı olanları bulma konusunda inandığımız kişi ya da kurumlar aracılığıyla bulmak ve yardım etmektir.

Mükemmel Sevgili

Mükemmel sevgili, insana mutluluk verebilen sevgilidir. Herkes için mükemmel olan değil, insanın kendisi için mükemmel olan kişi mükemmel sevgilidir. Mükemmel sevgilinin nitelikleri sayılamaz. boyu, eni, teni, elma yanakları, kiraz dudakları önemli değildir. Önemli olan mutluluk verebilmesidir.

Mükemmel sevgili, düşüncelerimizde oluşturduğumuz kriterlere sahip sevgilidir. Mükemmel sevgili dağın zirvesidir. Dağın zirvesindeki kriterler bütünüdür. Bazen (Avrupa Birliği Katılım Süreci gibi) Sevgili, dağa tırmandıkça -fizik kurallarına aykırı olarak- zirve sürekli yükselir. Bazen de zirve ulaşılamaz yüksekliktedir. Sevgili oraya kadar tırmanamaz.

Özellikle sinema başta olmak üzere, gazete, televizyon, roman v.s. gibi 'insanı etkileyebilen' araçların zirvenin yüksekliğinin belirlenmesinde payı çok büyüktür. Örnek olarak sinemayı seçersek. Sinema da 'genellikle' mükemmel sevgili diye tanımlanan kişi yakışıklıdır ya da güzeldir. Hiç bir zaman para sorunu yoktur. Her zaman sevgilisine vakit ayırabilir. Hayatta her şeye rest çekip sevgilisi ile olabilir v.s. Eğer senarist birlikte olmamalarını isterse çift için her şey ters gider ama ne zamanki senarist birbirleri için mükemmel olmalarını isterse sevgi akar gider. Biri daha düşünürken diğeri leblebi der. Biri giderken otobüsü durdurur geriye sevgilisine koşar v.s. mutlularken hiç bir sorun yoktur.
Bunu izleyen bünye de hep karşısında bir Julia Roberts, bir Richard Gere, Arzum Onan, bir Mehmet Aslantuğ bekliyor.

Bir de hayatın gerçekleri var.

- Normalde beklentilerini yükseltmemiş bir bayan kel, göbekli ama iyi yürekli bir muhasebeci ile mutlu olabilecekken, beklentilerini yüksek tutuğu için karşısına çıkanı beğenmiyor ve "neden yakışıklı erkekler hep çirkin kizlarla beraberdir?" diye düşünerek sürekli mutsuz oluyor.

ya da;

- Beklentilerini yükseltmemiş bir erkek, sarışın ama kahverengi gözlü olup "internet bilmemesine rağmen telefon bilen" bir ev kızı ile mutlu olabilecekken, beklentilerini yüksek tuttuğu için sevgilisi için evde hizmetci sokakta hanimefendi internet sözlüklerinde yazar olmak gibi kriterler koyabiliyor ve böyle bir insan yüzbinde bir olduğu için mutsuz oluyor.

Hani Nil Karaibrahimgil'in şarkısında geçtiği gibi:

O beni prenses peri sanıyor,
Ne hata yapsam geri sarıyor,
Mitolojiden biri sanıyor,
Bendeki de saç o taç görüyor...

Özetle, özellikle medya beklentileri körüklüyor. Beklentiler de mükemmellik kriterlerini belirliyor ve mükemmellik kriterlerinin seviyesinin yüksek olması da mutsuzluk yaratıyor.
Hepimiz insanız. Hiç birimiz aktör ya da aktris değiliz. Mutlu olmak istiyorsak karşımızdaki insan için kendimizi mükemmelleştirmeye çalışmalıyız. İlişkideki her iki taraf da kendisini mükemmelleştirmek için çaba harcar ve kendisinin mükemmel olmadığının farkına varırsa mükemmel sevgiliye sahip olur.

Öğrenci Evi - Açlık

Henüz doksanlı yıllarda Anadolu'nun güzide bir ilinde tüpü ve tüp alacak parası olmadığı için gece yatarken ıslatılmış makarna ve toz şeker yiyen iki ev arkadaşı pazar sabahı evden çıkarlar.
Gençlerimize ancak pazartesi öğleden sonra para gelecektir ve ceplerinde beş kuruş paraları olmadığı gibi evin üst ve alt caddelerinden geçen her iki bakkala da borçları vardır.
Bu sebeple gençler evin arka bahçesindeki duvardan atlayarak ara sokaktan aşağıdaki caddeye çıkmışlardır. Elleri ceplerinde o günü nasıl geçireceklerini düşünmektedirler.
Gene her zaman yaptıkları gibi fırına gidebilir ve bir adet daha yeni çıkmış ekmeği (pide gibi) yiyebilir, üzerine de her yerde bedava bulunan çeşmeden (ah canını sevdiğim Anadolum, suyu bedava idi) su içebilir ve o sıcak pidenin su ile karışıp, hamur kütlesi olup, mideye oturması ile tüm günü ve geceyi geçirebilirlerdi. Ama bunu bir önceki haftasonu yapmışlar ve midelerinde mayalanan hamur yüzünden karın ağrısı çekmişlerdi.
O şehrin yerlisi arkadaşlara gitmeyi düşündüler ama şimdi çarşıya inip onları bulmak vardı. Aslında bir öğün yeseler yeterdi. Çarşıya inmeye karar verdiler.
Derken yeni yapılmış binaların olduğu bir sitenin içinden geçerken, 34 plakalı araçların parkettiği bir binanın bodrum garajı önünde, yeni gıcır bisikletleri ile dolaşan çocuklar gördüler ve bir takım sesler işittiler. Meraktan bodrum garajına doğru yaklaştılar ve içeri baktıklarında içeride sofraların kurulmuş olduğunu ve bir kişinin döner keserken diğer bir kişinin de masalara pilav dağıttığını gördüler. Tam o sırada nur yüzlü yaşlı bir amca, "Çocuklar bakmayın ordan, girin içeri, millet namazdan gelmeden siz aradan çıkın" dedi. .Bu davet karşısında afallayan fakat midesinin gürültüsünden bıkan iç güdülerinin iteklemesiyle geçip masalara oturdular. Önlerine pilav, ayran ve döner koyuldu. Afiyetle yediler. Tam yemekleri bitmişti ki içeriye namazdan çıkan, İstanbul giyimli genç-yaşlı bir çok insan doluştu. Masalarda konuşulanları dinlediklerinde gerçeği öğrenmiş oldular.
Şehrin zenginlerinden bir tanesinin oğlu sünnet oluyordu ve İstanbul'dan akrabaları sünnete gelmişti. Gençlerimizi de gelenler ile karıştırmışlar ve yemeğe davet etmişlerdi.
İki genç teşekkür edip hayır duaları ile oradan ayrıldılar. Çarşıya inip bir kaç saat çimenlerde oturduktan sonra gene arka bahçeden evlerine karınları tok olarak döndüler.

O gençlerden bir tanesi bendim ve tam isyan noktasına gelmişken o kadar Allah'a şükrettiğim ve ömür boyu unutamayacağım bir anımdır.

Namaz Kılan Çocuklar

Namaz kılan çocuklar özellikle Teravih Namazı'nda en arka safta kikirdeşirler.
(Ek bilgi: Namaz esnasında gülünmesi halinde abdest bozulur.)

Neden çocuklar en arkada kıkırdarlar?
Efendim, fi tarihinde bir çocuk, babası ve mahalledeki zıpır arkadaşları ile teravih namazına gittiğinde, çok ses çıkardıkları için en arka safta namaz kılmalarına izin verilir. Derken hoca Allah-ü Ekber der ve eller bağlanır. Namaz başlar.
Çocuklardan biri, erkekler gibi baş parmaklarını kulak memesine değecek gibi Allah-ü Ekber demek yerine, bayanlar gibi ellerini göğsünün üstüne kaldırarak ince bir bayan sesi taklidiyle Allah-ü Ekber der ve ellerini gene bayanlar gibi göğüs hizasında bağlar.
Tabi bu sırada yanda namaza başlamış olan bakkalın ismi bile hatırlanmayan oğlu, kahvecinin oğlu ve diğer cismi bile hatırlanmayan çocuklar gülmeye başlarlar. İbadet esnasında güldükleri için abdestleri bozulur fakat işin ilginç yanı, Kahveci amca da, okey masasından son anda kalkıp, zar zor abdest alıp, namaza son anda yetiştiği için, çocuklarla aynı saftadır. O da güler fakat onun abdesti, gülmesinden bir kaç milisaniye önce, sesli kaçırdığı gazdan kaynaklanmaktadır. Tabi kahvecinin sesli osuruğunu duyan daha ön saflardaki bir çok kelli felli amca da güler ve hepsinin birden abdesti bozulur ve şadırvana doğru yol alırlar.
İlk başta kadın taklidi yapan çocuk kahveciden okkalı bir tokat yer ve bir daha aynı espriyi yapmamaya yemin eder. O günden sonra da internete sarar, blog yapar ve kimsenin namazına bulaşmaz.

Refah Partisi

Video hizmet birimine sahip olan ve zamanında etraftan topladığı porno kasetler üzerine Şevki Yılmaz'ın konuşmalarını kaydedip dağıtan partidir.

Fakir ama namuslu genç, Refah Partisi Video Hizmet Birimi'nde çalıştığı yıllarda, Milli Gençlik Vakfı üyesi gençlerin esnaftan, servis araçlarından, sağdan soldan toparladıkları porno kasetler ve ses kasetleri üzerine Şevki Yılmaz'ın konuşmalarını kaydetmektedir. Bir dönem görevini başarı ile sürdürmüştür fakat bir gün, elinde 60 lık porno kasetler üzerine çekilmiş 45 lik Şevki Yılmaz görüntüleri olan kasetle, kapıdan içeri giren ahalinin şikayeti üzerine işten atılmıştır.

Bank

Yıl 1998,

Anadolu'nun bağrındaki bir şehirde üniversite öğrencisiyim. Kadro, sömestr tatilinden yeni yeni dönüyor ve biz evlerde tam kadroyu sağlayamadığımız için bir arkadaşın evinde kalıyoruz. 5 kişiyiz. Bir akşam birden elektrikler gitti. Biz de odanın ortasındaki evdekiyarım mumu yaktık ve başında memleket haberleri ile laga luga yapıyoruz. Sonra yarım mumumuz da bitmeye başladı. Arkadaşlardan biri o sırada 'evde çıra var, çıra yakalım.' dedi. Eski bir tencerenin içinde çıra yakmaya başladık. Ordu'lu bir arkadaş çantasından fındık çıkarttı. Bir taraftan çıra ateşi etrafında oturduk diğer taraftan da fındık yiyip tencereye atıyoruz. Çıranın sonuna doğru fındık kabukları da yanmaya başladı. Yeni bir çıra daha ekledik. Hem çıra hem de fındık ateşinde otururken (-ki arada ateş sönmesin diye bir arkadaşımız 'fındıkları ıslatmadan kırın' diyordu) Kayseri'li arkadaşımız çantasından sucuk getirdi. Ev yapımı (şu iğrenç sarmısak kokanlardan) biz çatalın ucuna taktığımız sucuğu çıra-fındık kabuğu ateşinde pişirmeye başladık. Bu eylemimizde çok önemli iki şey keşfettik.
Birincisi sucuğu yaparken ne tür bir motor yağı kullandıklarını bilmiyorum ama damlayan yağlardan alev çıkıyordu.
İkincisi ise fındık kabuğu ve çıranun isi suçuğun çevresini kaplayıp plastik gibi bir tabaka oluşturuyordu.
Yani yediğimizden bir şey anlamadık ama tadı damağımızda kaldı. Tam bu eylemler sırasında bir arkadaşımız bunun böyle olmayacağını, eğer sucuk kızartmak istiyorsak bunu odun ateşinde yapmamız gerektiğini söyledi. Tabi tüpümüz olmadığını hatırlatırım. Arkadaşlardan birinin parlak fikri sayesinde 4 kişi pijamalarla dışarı çıktık. Evin karşısındaki Bosna Hersek Parkı'ndan 4 kafadar iki tane bank söktük. Bir tanesi xxxx diğeri ise yyyy idi. Bankları evde banyoya getirdik. Şükür ki bir tane keser vardı. xxxx'ın bir kısmını parçaladık ve evdeki kazanda yakmaya başladık. Üstünde ise arkadaşımız kalan sucukları kızarttı. Tam yerken elektrikler geldi. O akşamı hiç ama hiç unutamam.

Not1: xxxxx'ın tamamı kısa bir süre içinde parçalanıp kazanda yakıldı ve sayesinde bolca duş alındı.
Not2: yyyyy iki sene daha o evin banyosunda kaldı. Üzerinde ben de bir kaç kez duş aldım.
Soru: Siz hiç parkta yer alan bir bankın üzerinde oturup duş aldınız mı?

Devlet Memuru Baba

Devlet memurşarı, rahatlıkları ve hiç bir iş yapmamalarından nefret edilen çalışanlardır.
Şimdi iş yerinde çay demleyen, kahve yapan insanlardan nefret eder bir yazı yazacakken çocukluğum ve babam geldi aklıma.

Benim babam da devlet memuru idi ve çocukluğumdan aklımda kalan en güzel günler onunla iş yerinde geçirdiğim günlerdi. Babam devlet memurluğunun tüm şartlarını yerine getirirdi.
Hani vardır ya iş yerine getirilen çocuklar, işte ben de onlardan biriydim. Evde çocuk bol olunca ayda bir kaç kez babamın iş yerine gider, yerinde olmayan bilmem kim ablanın masasına oturur daktilo ile adımı soyadımı, aile üyelerimin adını yazardım. Hele ki kilitlenen daktiloyu açmak için ellerimi mürekkep yapıp üstümü pislettiğim ve annnemden azar işittiğim günleri unutamam.
Normalde kıt kanaat geçinmemize ve her sabah annemin ekmek arası bir şeyler hazırlamasına rağmen babam, ben her geldiğimde bana soğuk sandöviççiden özel salamlı kaşarlı sandöviç yaptırırdı. Şimdi kapımın önünde satılmasına rağmen dönüp bakmıyorum bile ama o zaman hayatta yediğim yiyebileceğim en güzel şeydi çünkü babam almıştı.

İşe gidiş yolumuzu da unutamam. Dedemin de kullandığı yoldan iş yerine giderdik. Benim dedem, babam ve şimdi ben hepimiz neredeyse aynı yolu kullanarak işe gittik geldik. Rahmetli dedem kırk sene, babam yirmi sene aynı yolu çürütmüş. Ben ise yedi yıldır aynı dolmuşlarda boş bir koltuk peşindeyim.

Babamın iş yerindeki piknik tüpte demlediği çayları da içtikten sonra -yaklaşık işte mesai başladıktan bir saat sonra falan- çalışmaya başlardı insanlar.
O zaman çalışan ablaların niye durduk yere sinirlendiklerini telefonda bağırıp çağırdıklarını anlamazdım. Şimdi dört tane otuzbeş yaş üstü bekar bayan ile aynı odada yedi yıldır çalıştığım için anlıyorum ki bayanın devlet memuru özel sektör çalışanı farketmiyormuş. Egolarını, ukalalıklarını, geçimsizliklerini iş hayatlarına yansıtmaları ve çevrelerindeki insanlara işkence çektirmeleri doğalarından kaynaklanıyormuş ama o zaman ne bileyim. O zaman kafam kadar memeleri olan ablacıklarımı sinirlendiriyorlar diye uyuz olurdum.

Şimdi hacı olan babam ve arkadaşları ayda bir kere zor da olsa iş arkadaşları ile birlikte Galata Köprüsü altına iki bira içmeye giderlerdi. Sanırım benim de Galata Köprüsü altından vazgeçemememin, Haliç'te kıvırtan şehir hatları vapurlarına dansöz izler gibi ağzımın suyu akarak bakmamın sebebi bu. Yanmadan önceki o eski köprüde o kadar güzel anılarım var ki. Sınırsız kola içebildiğim, ne olduğunu bile bilmediğim mezelerin yoğurtlu olanlarını yediğimde yüzümün ekşimesi ve çirkinleşmesi üzerine arkadaşlarının babama bak şimdi sana benzedi demeleri ve kahkahalarla dolu geceler...

Hele ki şimdi halı sahalarda insanların fazla enerjilerini atmaları sebebiyle göz ardı edilen ama halı sahalar mantar gibi türemeden önce milli sporumuz olan voleybol oynanan günleri hatırlıyorum. O zaman her yerde iki direk, bir file ve zıplamaya hevesli bir sürü insan bulmak kolaydı. Babam ve arkadaşları voleybol oynarken arkada durup kaçan topu dikenli otların arasından alırken yaşadığım keyfi halı sahada roveşata gol attığımda bile yaşayamıyorum. O topu alıp getirdiğimde babamın bana bakışını takım arkadaşlarımın hiç birinin gözünde göremiyorum. Hele bir de saçımı okşardı ki...

Devlet memurları ya da bu zihniyette çalışan insanlardan nefret ediyorum ama benim de babam bir devlet memuru idi ve hayatımın en tatlı anıları onunla birlikte geçirdiğim anlardı.